Okur mu, Pazarlama mı? Mine Topçu

Bazen kimin yazdığı, edebi olup olmadığı bile değil, ne kadar sattığı belirliyor kitabın değerini artık… Yanlış ifade, “değeri” değil, başarısını demek lazım. Onu da kitabın tanıtım-pazarlama başarısı… Yazara da kitaba da, edebiyata da haksızlık olabilen bu durum, aslında en çok, diğerlerinin varlığını borçlu oldukları okura haksızlık diye düşündüğüm için, bu kez ben de, okur olarak yazıyorum.
Elif Şafak ve son kitabı için piyasaya çıkmadan ve çıktıktan sonraki ilk günlerde kıyamet koptu. Kimse ilgisiz kalmamıştır. Yazarını ilk okuma deneyimim olmayacaktı. Öncekilerde, yazmayı sürdürürse, daha uzun yıllar bir şey bekleyemeyeceğim bir yazar izlenimi edinmiştim ama peşin yargıya dönüşmesin, haksızlık olmasın, belki bu seferki çok özenlidir, belki çok “dolu” dur, belki çok şaşıracağım diye aldım kitabı yine de.
Daha başlarken irkildim. Hala olduğu gibi kalan o coğrafyaya ilişkin bu kadar mı özensiz olunur dedim. Fırat kenarında çamaşır yıkayan değil de otlu peynir yapan derseniz birileri de çıkar o orda yapılmıyor der diye…
Önce o kadar kızdım ki, hayatımda ilk kez elime bir kurşun kalem alıp rastladığım tüm tuhaflıkların yanına yakınına notlar düşmeye başladım. Dönem, yerler, konuşmalarda geçen bilgiler, ifade bilebildiğim kadarıyla fark ettiğim tüm yanlışlar… Denebilir ki iyi ama bu bir roman, gerçek değil ki… İyi de sizin coğrafyanız, sizin döneminiz, sizin bildiğiniz yaşam hakkında ve bu ayrıntıda detaylandırılmışsa, yani biliyorsanız “”ne önemi var denemiyormuş. O öyle değil diye bağırabilirmişsiniz. Tıpkı çocukların hikayeyi farklı anlatanlara gösterdiği düzeltme tepki si gibi… Kahramanları hem tanıyor, hem gözüm bir yerden ısırıyor ama uzaklığında kalıyorsunuz. Sonuç olarak bunu sürdürmedim ama itiraf edeyim sonuna kadar da okuyamadım.
Londra’ya göç eden kürt ailenin, sular seller gibi İngilizce konuşmakla kalmayıp, nerdeyse Roma Senatosu’nun akil adamlarının derinliğinde düşünüp yazan kahramanlarının belagatına, ya da, sanki Irvin D. Yalom, Nietzsche’ yi konuşturup değerlendiriyor ağırlığındaki çözümlemelerine takılmadan okuyan var mı bilmiyorum. Hikayenin akışını bile engelleyen bu zorlamalar gerçekten fazla geldi.
Elif Şafak’a, bunca emeğine karşın bunları söyleyeceksem onu öven, ödüllendiren herkes de payını almalı…
Dil deseniz “başka dilde” yazıyor. Başka dile hakim olmak; okumalar, karşılaştırmalar vb bir çok alanda kolaylıklar sağlayabilir. Bu bir yazarın muhakkak avantajıdır. Anlamayı, düşünmeyi, ifade etmeyi ise en kolay ve en doğru biçimde kendi dilimizde yaparız. Belki de bu yüzden Yazar için bu coğrafyaya, bu kültüre ait olanı anlatmak zor oluyor. İnandırmakta ve ikna etmekteki güçlüğünün nedeni belki de bu yabancılıktır.
Önceki kitabı Aşk’ın bende bıraktığı, o derin olmayan, samimi olmayan, içselleştirilmemiş, fazlasıyla malumat denebilecek, adeta “kütüphanede yazılmış kitap” izlenimini de bununla açıklayabiliyorum. Mevlana külliyesini hatmetmiş ama yazmaya cüret etmemişleri düşününce, bu kitabın, yazarının, yayınevinin ya da topluca satış-pazarlamanın diye ayırmadan “başarı” sının hakkını vermek lazımsa da bazı okurlara bunun yetmediği de bilinsin.
Baba ve Piç’ te; İstanbul ve Amerika arasında bölünmüş Ermeni aile ve ensest gibi Türk Okur için köşeleri sivri ve en azından merak uyandıracak bir konuda, Aşk’ta; Mevlana- Tebrizi Makalat’ ını, şimdi de Fırat-Avrupa- Kürt- Töre’ yi yazarak popüler kültüre katkılarının dışında, iyi bir kitabı var Elif Şafak’ın… Siyah Süt. Kendi deneyimleri olduğu için samimi, Anadolu Kültüründeki lohusalık hikayelerinin de katkısıyla zengin bir anlatımı ve temiz bir dili olan, rahat okunan kitabı… Onun da ilk yazımı İngilizce ise çevirmenini de kutlamak lazım.
İyi yazarları düşündükçe, az biraz yaşamak, anlamak, bilmek, biraz “olmak” lazım herhalde diyorum. Umudumu kesmiyorum. Yeni kitaplarını da ön yargısız karşılayacağım. Öte yandan herkes yazabilir. Herkesin okuru da olabilir. Ama Okurların da söz hakkı vardır.
